26 Aralık 2018 Çarşamba

Keramet Sahibi “KARACAOĞLAN”


   


         17. Yüzyıl şairlerimizden biri olan Karacaoğlan’ı herkes gördüğü kıza aşık olup ona ithafen şiir yazmasıyla bilir ama bu rivayet size Karacaoğlan’ı başka bir pencereden bakmanıza neden olacak.
       Karacaoğlan, Kerim adında ki bir Ağanın çobanlığını yapmaktadır. Kerim Ağa hac vazifesini ihya etmeyi düşünmüş ve hacca gitmeye karar vermiş. Tam yola çıkacakken evine misafirler gelmiş.  O anda da hanımı onlara helva pişirmeye yeltenmiş. Kerim Ağanın da ağzı sulanmış ama hacca giden kafile gitmek üzereymiş. Bu yüzdendir ki hac yolunda iken canı hep helva istemiş, durmuş. Ağa, hanımının yaptığı dışında da helva yemezmiş. Sonra ki günlerde Karacaoğlan Ağanın evine gelerek hanımına “ Ağanın canı helva ister, siz yapında götürüvereyim.” demiş.
        Ağanın Hanımı bu işi anlamaz ve Karacaoğlan’ın canı helva istemiş diye düşünerek, helvayı tasa koyup verir. Hac yolunda olan Kerim Ağa helva düşünüp dururken birden bire yaşlı bir adam ona tas içinde helva uzatıyor. Taşı alıp helvayı yer. Tas aynı evdekiler gibi, helvanın tadı da aynı hanımının ki gibi, anlam veremez. Aylar geçer. Kerim Ağa hac vazifesini tamamlar ve köyüne döner. Hanımı, Ağanın geleceğini bildiğinden ve giderken de misafirlere yaptığı helvadan canı çektiğinden dolayı Ağaya helva yapar. Ağa eve geldiğinde helvayı görür görmez aklına yolda başına geldiği hadise gelerek karısına anlatır ve helva yediği tası hanımına gösterir. Hanımı da bu tasın aynısını Karacaoğlan’a verdim, der ve hayretler içinde kalırlar. İlk başta anlam veremeseler de sonunda Karacaoğlan’ın boş olmadığını anlarlar. Kerim Ağa,Hacı duası almak için gelenlere “ Benden değil Karacaoğlan’dan isteyin, Keramet sahibi odur, ” der.


                                                                                                 Yusuf ADIGÜZEL
                                                                                                   KÜTAHYA SBL

MEHMET AKİF'TEN ASIM'A


     

  20 Aralık 1873’tte İstanbul’da dünyaya gelen Mehmet Akif’e babası ebcet hesabına göre ‘Ragif’ ismini koymuşsa da sonraki zamanlarda aile diğer üyelerine telaffuzu daha kola geldiği için kendisine ‘Akif’ olarak seslenilmeye başlanmıştır.
    Annesi, Emine Cemile Hanım, babası, Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi’dir.
    Emir Buhari Mektebi’nde eğitim öğretim hayatına başlayan Âkif, Fatih İbtidaisi'ndeki öğrenimi sırasında babasından Arapça dersleri almaya başladı. Mekteb-i Mülkiye’deyken babasını kaybeden Mehmet Akif, Baytar Mekteb-i Ali'yede parasız yatılı olarak okumaya başladı ve ilk şiiri olarak kabul edilen “Kur'an'a Hitap” adlı şiirini bu sırada yazdı ve bu okulu birincilikle tamamladı. Ortaokul sürecindeyken Esad Dede'yi takip ederek kendi kendine Fransızca öğrenen Akif, lisedeyken de derslere devam ederek Arapça ve Farça öğrendi.
            Bir süre Veterinerlik İşleri Müdür yardımcısı olarak çalıştıktan sonra Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey'in kızı İsmet Hanım ile evlendi. Şiir ve çevirileri Resimli Gazetede ve Maarif Dergisi'nde yayınlandı.
             Bir süre Edebiyat Fakültesi ve Darülhilafe Medresesi'nde Osmanlı Edebiyatı derslerine giren Mehmet Akif, bu sırada dilin sadeleşmesi gerektiği görüşünü savunan Ispartalı Hakkı Bey ile mektuplaşmaya başladılar ve bu tanışıklık zamanla dostluğa dönüşür yine de Hakkı Bey, Mehmet Akif’'in ağır dilini eleştirmekten çekinmez. 
            Akif, 1920'de Burdur milletvekili seçilmişti. Milli Marş Yarışması’na para ödülünü almamak şartı ile katılmayı kabul etmiş ve bu parayı yoksul kadın ve çocuklarına iş öğreten Darülmesai'ye bağışlamıştır. Bu şiir 12 Mart 1921'de “milli marş” olarak kabul edilmiştir ve tüm şiirlerinin yer aldığı kitabı Safahat'ta İstiklal Marşı’nın neden yer almadığı kendisine sorulduğunda “Çünkü onu milletimin kalbine gömdüm.” diyerek yanıt vermiştir.
              Arşivlerde Mehmet Akif'in Hakkı Bey'e tanıdıklar aracılığıyla gönderdiği ve Safahat'ta yer almayan bir şiire rastlanmıştır.
            Mehmet Akif'in, dizelerinde “Asım'ın Nesli” olarak tasvir ettiği, Asım Yapıcı'nın uzun araştırmalar sonucu özetlediğine göre; iman, irfan, fazilet sahibi, güzel ahlaklı, vatanına ve değerlerine sahip çıkan, bilgi ile donanmış Türk gençliğidir. “Asım” isminin kullanılmasının “Asım İbni Sabit” adındaki bir sahabeden kaynaklandığı düşünülmektedir.
   “Asım’ın nesli diyorum ya,      nesilmiş gerçek.
              İşte, çiğnetmedi namusunu,    çiğnetmeyecek.”
Münevver Selin PALA
KÜTAHYA SBL


ORHAN KEMAL’LE SICACIK BİR HAYAT



   
   Orhan Kemal ve ailesi Fatih’te küçücük bir evde yaşardı. Bir açılır kapanır masa ve eski bir radyoları vardı. Tek eğlenceleri bu eski radyo idi. Orhan Kemal’in hanımı Nuriye hanım oldukça emektar şefkat dolu bir kadın. Bir gün Orhan Kemal’in oğlu Işık, annesine ‘’Anne babamız parasız pulsuzdu. Fikirlerinden ötürü hapislere de girip çıktı. Evlenmeden önce varlıklı insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden babamı seçtin?’’ diye sorunca Nuriye hanım şöyle bir durur ve duygu dolu  gözlerle  evladına  bakarak  şöyle  der :
‘’Ben babanı çok sevdim’’
       Nuriye Hanım kocasının zor zamanalarında ailenin kahramanıdır. Bu örnek insan mücadeleci ruhuyla eşine ilham kaynağı olmuş, Orhan Kemal Cemile romanında ondan şöyle bahsetmiştir:
 “Dilinde hala bu türkü, alnında ter tomurcukları… Bu tomurcuklar gittikçe arttı, yuvarlak yanakları kızardı. Kendinden geçti, işe kendini öyle verdi ki… Hele çamaşırlardaki pire tersleri… Bu tersleri mutlaka çıkaracaktı. Terslerde inat ediyorlardı. Terslerin inadına Cemile’nin inadı daha baskın çıkmalıydı. Onları mutlaka çıkaracaktı. Hırslı hırslı eğilip kalktıkça belinden aşağılara inen kuvvetli örgüleri hopluyor, tokasından kurtulan kahkülü de gözüne girip duruyordu. Buna öyle sinirlendi ki… Bir ara kahkülü bileğiyle itti. Olmadı. “Dert” diye doğruldu. Hınzır kahkülü ıslak parmaklarıyla kıvırdı, öteki saçlarının arasına soktu, tokaladı.” (Cemile)
       Orhan Kemal hapse girdiğinde çocuklarıyla yaşam mücadelesini sürdüren Nuriye Hanım evlatlarının umudunu kırmamış, ‘’Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum’’ diyerek analık vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.
      Işık evin en küçüğü olmasıyla biraz torpilliymiş tabi. Babası yatağın üzerine bir tane gofret koyar, çalışmasına ara verip biraz dinleneceği vakitlerde oğulcuğuna seslenir ‘’Işık, koş gel. Bak sana kuş ne getirdi.’’ dediğinde Işık yıldırım hızı ile yatağın üstüne atlardı. Babasının onu seyre daldığının farkında olmadan gofreti yer alüminyum ambalajdaki son kalıntıyı da iştahla yalardı. Sonra babasının elini öperek odadan çıkardı. Işık yıllar sonra babasının hikaylerini okurken ‘’Çikolata’’ isimli hikayeye rastladığında ‘’Bu hikayeyi yazdıran ben miydim acaba?’’ düşüncesiyle duygulandığını söylüyor ve ağabeyinden bir anektod aktarıyor: ‘’Babamın paralı mı, parasız mı olduğunu kapı vuruşundan anlardık. Melodik tıklatmayla kapıyı çaldığı zaman babamın ekonomik sıkıntısı olmadığını anlardık ama babam tok bir şekilde kapıya vuruyorsa, sıkıntılı bir durum olduğunu anlayan annem, ‘’Aman çocuklar gürültü yapmayın. Babanızı üzecek herhangi bir şey yapmayın’’ derdi.’’
       Orhan Kemal yazarlığından önce de üne kavuşmuştu zaten. Adana’nın en ünlü santraforuydu o. Ayağına gelen her top ağlarla buluşuyordu. Belki de bu yönüyle bütün yazarlardan ayrılmakta. Lakin ne futbolculuğu ne de babsının milletvekilliği onun geçim sıkıntısına çözüm olamadı. Hayatı boyunca ailesine ekmek götürebilmenin mücadelesini verdi. Arkadaşı Kemal Tahir’in onun melankolik yaşamını şöyle tanımlıyor: ‘’Şu insan soyu içinde Orhan Kemal kadar belaya, işkenceye, zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence. Senaryocular, en pespeye, aşağılık Avrupa romanlarından çaldıkları senaryoları Yeşikçam’da beşbine okuturken, Orhan ancak beşyüz lira alabilir alın teri, gözünün nuru o hikayelere… Çünkü Yeşilçam esnafı, polisin, hükümetin Orhan’ı sevmediğini bilir.        
Sonuç:     
Yazarlar, özellikle Orhan Kemal gibi toplumcu gerçekçi yani toplumsal yaşamdaki aksaklıkarı ve çelişkileri , dar gelirli insanların problemlerini kaleme alan yazarlar, genel itibariyle roman karakterlerini ailelerinden, arkadaş ortamından ve içinde bulundukları toplumun fertlerinden seçerler. Bu düşünceyi destekleyen öreneklerden biri de Orhan Kemal’dir. Diğer yandan edebiyat tarihine baktığımızda adını altın harflerle kazıyan sanatçıların maddi ve manevi bunalımlar yaşadığını ve bu bunalımların eserlere önemli ölçüde aksettiğini söylemek mümkün. Zaten edebiyat aracılığıyla biz, yaşanılan olayların ruh dünyamızdaki yansımalarını dışavurma eylemini gerçekleştiriyoruz. İşte bu sebepten dolayıdır ki edebiyatın neşet ettiği kaynaklar varoluş(egzistansiyalizm) gayesini idrak çabası ve yaşamın zorlayıcı şartlarıdır. İkincisi Orhan Kemal nezdinde daha baskın olup eserlerinin temelini teşkil etmektedir.

AHMET MÜCAHİT YILDIZ
 KÜTAHYA SBL


SAMİH RİFAT’IN OĞLU NAZIM HİKMETİN KUZENİ OKTAY RİFAT





            Genelde şair olarak tanınan fakat şiir dışında roman ve oyun türlerinde de çok başarılı olan Oktay Rifat… Aslında çoğumuz onu Oktay Rıfat Horozcu olarak biliyoruz. Fakat yanlış biliyoruz!

Ne kadar bilinmese de üstadın o dönemde nüfusa kayıtlı tam adı “Ali Oktay Rifat’tır. Ancak hiçbir kitabında Ali ismini kullanmaması onun Oktay Rıfat olarak tanınmasını sağlamış.

Garipçi Ali Oktay Rifat'ın bir garipliği de soyadı ile ilgili. Şairin soyadının kimi kaynakta Horozcu olduğu; kimi kaynakta da Horozcu olmadığı, ailesinin aslen Manastırlı olduğu ve Manastır'da “Horozcu” lakabıyla bilindiği bahsedilmekte. Fakat şairin nüfus evraklarından sağlık raporlarına kadar incelenmiş, bunların hiçbirinde “Horozcu” kaydına rastlanmamış. Yani şairimizin soyadının Horozcu olmadığı kesin fakat adı nereden Horozcu kalmış hâlâ tartışma konusu…

Babası Konya ve Trabzon valiliği yapmış ve ayrıca TDK'nın ilk başkanı olmuş şair ve dilbilimci Samih Rıfat’tır.

Oktay Rifat pek çok sanatçı ve yazar içeren bir ailede yetişti. Büyük dedesi Macar Hurşit Bey bestekar, annesinin teyzesinin oğlu Ali Fuat Bey dönemin ünlü asker ve siyaset adamı, teyzesi Celile Hanım bir ressamdır.

Şairin teyzesi Celile Hanım'ın oğlu şair Nazım Hikmet'tir. Yani Nazım Hikmet, Ali Oktay Rifat’ın kuzenidir.

Ortaöğrenimini Ankara Erkek Lisesi'nde yaptı. Burada Orhan Veli ve Melih Cevdet ile tanıştı. Bu üç edebiyat aşığı arkadaş, edebiyat öğretmenleri Ahmet Mithat Efendi'nin de yardımıyla, birlikte okul kooperatifinden aldıkları fonla okul bünyesinde “Sesimiz” adlı bir dergi çıkararak ilk şiirlerini yayımladılar.

1937’de doktora bursu kazanarak Paris'e gitti ve burada üç yıl eğitim aldı. 2. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla eğitimini tamamlayamadan geri dönmek zorunda kaldı.

Oktay Rifat küçük yaşta eline aldığı kalemi yaşamı boyunca hiç bırakmadı, son günlerine dek eser vermeyi sürdürdü. “Yağmur Sıkıntısı” adlı oyununu tamamladıktan sonra 1988 yılında İstanbul'da yaşama gözlerini yumdu.


EMİNE SENA ÖNER
    KÜTAHYA SBL

AHMET ARİF'TEN 20 YIL BEKLEYEN ŞİİR




"Ben şiirleri çok bekletirim.
Mesela şimdi 20 yıldır hiç dokunmadığım şiir var. Öyle kalsın...Bir yere takılmışımdır.
Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben buna saygı duyuyorum."
Maviye
Maviye çalar gözlerin… 
“Bu iki mısra var ya, belki bir on yıl değil, daha fazla, çok daha fazla bekledi.”


                                                                                                      BEYZA AKARSU
                                                                                                      KÜTAHYA SBL


BİR CEVİZ AĞACINDA NAZIM HİKMET




      


             Nazım Hikmet Gülhane Parkı'ndaki bir ceviz ağacının altında sevgilisi ile buluşmak üzere randevulaşır. Buluşacakları gün Gülhane Parkına gider ve ceviz ağacının altında beklemeye başlar. Tam bu sırada polisler de arada devriyeye çıkmıştır. O dönemlerde Nazım Hikmet arananlar listesinde olduğu için polislerden gizlemek durumunda kalır ve bu ceviz ağacına çıkar. Ağacın tepesindeyken sevdiceği gelip her şeyden habersiz ceviz ağacının altında beklemeye başlar. Polislerden dolayı da aşağıya seslenemez ve çaresizce çıkarır kalemi kağıdı ceviz ağacının tepesinde bu şiiri yazar; 'Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Ne sen farkındasın, ne de polis farkında...'
                                                                                            


   

                                                                                               BEYZA AKARSU
                                                                                                KÜTAHYA SBL

İKİ DENİZ BİR OKYANUS: MEVLANA VE ŞEMS




Hemen hemen hepimizin adını duyduğu fakat bir çoğumuzun Mevlana’yla nasıl bir ilgisinin olduğunu bilmediğimiz “Şems”... Tebriz dünyaya gelen Şems 7 yaşında hafızlık eğitimine başlıyor. Kur’an’ı tek okumada hafızasına yerleştiriyor. Bir gün kuran okurken uyuyakalıyor ve uyandığında kuranı açtığında Şems Suresi ile karşılaşıyor. Kendisine Şems denilmesini istiyor. Çocukluğunda sürekli ölümü düşünen
Şems bir aşk arıyor. Ülke ülke geziyor en sonunda Şam’da hocası aşkını  Konya’da bulabileceğini söylüyor. Bunu duyan Şems Konya’ya gidiyor. Şems Mevlana ile camide karşılaşıyor. Aradığı aşkı bulduğuna inanan Şems Mevlana’ya bir soru soruyor : Şems: Ey dünya ve mana nakitlerinin  sarrafı, Muhammed hazretleri mi büyüktür, yoksa Bayezid  Bestami mi büyüktür? Mevlana: Muhammed Mustafa peygamberlerin ve velilerin başıdır.  
Şems: Peki ama o seni “Tesbih ederim Allah’ım biz seni layıkıyla bilemedik. “ dediği halde Bayezid “ benim şanım  ne yücedir, ben sultanların   sultanıyım. ”diyor. Mevlana: Bayezid'in susuzluğu az olduğundan bir yudum su ile kandı, idrak  bardağı hemen doluverdi; halbuki Muhammed'in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı.  Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyordu.  Bu cevabın sonunda Şems yığılıp kalıyor.
Şems ve Mevlana uzun uzun konuşuyorlar. Şems Mevlananın diğer şeyhler gibi olamadığını anlıyor. Gün geçtikçe bağlanıyorlardı. Bu durum halkın hiç hoşuna gitmiyordu. Çünkü onlar çok sevdikleri Mevlana’yı göremiyor ve konuşamıyorlardı. Şems bu durumun farkına varınca  Mevlâna’ya bir mektup  bırakarak onu terk etti. Mevlana Şems onu terk ettikten sonra odalara kapanır ve dışarı çıkmaz olmuştu. Mevlana dualar eder  ve en sonunda yatağa düşer. Buna dayanamayan halk Şems’in dönmesini isterler. Mevlana mektup yazar ve Şems dayanamayarak Konya’ya döner. Mevlana Şemsin tekrar gitmesinden korkar ve onu üvey kızıyla evlendirir. Ama bu evlilik uzun sürmez. Mevlana’nın kızı vefat eder.
Bir gün bir çocuk bir bezin içinde Şemse taş getirir. Şemsin şekerciler hamamına gitmesini söyler. Şems hana gittiğinde 7 oda görür. 7 odanın yedisinde de dervişler vardır. Dervişler Şemse şeyhlerini rezil ettiğini söylerler. Şems öldürüleceğini anlar. Mevlana ile son bir kez görüşmek ister. Mevlâna’yla vedalaşır. Abdest alıp namaza durur. Şems suresini okurken sırtına gelen bıçak darbeleriyle vefat eder. Naaşını bir kuyunun içine atarlar. Mevlana daha sonra onu çıkarır ve bağ evinin bahçesine defnettirir. Ertesi gün bir adam gelir ve Mevlâna'ya bir mektup verir. Bu mektup Şemsin  Mevlana’ya yazdığı mektuptur. Mevlana mektubu gördükten sonra orada bayılıp kalır.



            HAVVA ERCAN
               KÜTAHYA SBL

FARKLI YÖNLERİYLE MELİH CEVDET ANDAY





“Sarışın, yeşil gözlü, kırmızı yüzlü, etine dolgun, sıhhatli bir vücut… Bol ışıklı, elektrikli çenesi kendine has bir vakar sarı bıyıklarıyla Melih Cevdet Anday memleketimizde çok sık rastlanan tiplerden değildir. Onu tanımayan biri ilk görüşte, bu adam ya Macar ya Alman yahut da İngiliz'dir , diyebilir.” sözleriyle Melih Cevdet Anday'ı bize oldukça güzel tanımlamış Baki Süha Ediboğlu.

Melih Cevdet Anday ortaöğrenimini Ankara Erkek Lisesi'nde yaptı. Orada Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tanıştı. Edebiyat öğretmenleri Ahmet Mithat Efendi'nin yardımıyla “Sesimiz” adlı dergiyi çıkarıp ilk şiirlerini yayımladılar.

Melih Cevdet 1939’da arkadaşı Orhan Veli ile birlikte ciddi bir trafik kazası geçirdi. Melih Cevdet'in kullandığı otomobil Ankara'da Çubuk Barajı tepesinden uçuruma yuvarlandı ve ölümden döndüler. Orhan Veli ağır yaralandı ve komaya girdi. Bu nedenle Melih Cevdet yirmi dört saat tutuklu kaldı ve Orhan Veli kendine gelince bırakıldı.

Nazım Hikmet'in tutuklu olduğu zamanlarda, Nazım Hikmet'in serbest bırakılması için Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birlikte açlık grevi yaptılar.

Melih Cevdet eserlerinde kendi adı haricinde “ Yaşar Tellidere, Niyaz Niyazoğlu, A. Mecdi Velet, H.Mecdi Velet, Yaşar Tellidede, Yaşar Tellioğlu, Gani Girgin, Zater, Murat Tek” mahlaslarını da kullandı.

Yapıtları Rusça, Fransızca, İngilizce, Bulgarca, Yunancaya, Sırp ve Polonya dillerine çevrilmiş; UNESCO'nun Courrier dergisi 1971 yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuna, Seferis ve Kowabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır.

Böylesine başarılı, başarısı diğer milletler tarafından kabul edilmiş ve büyük edebiyatçılar arasında gösterilmiş bir Türk edebiyatçısı, bir garipçidir Melih Cevdet Anday. Ne mutlu bizlere!
EMİNE SENA ÖNER
KÜTAHYA SBL

YOLUN DİĞER YARISINDA “CAHİT SITKI TARANCI”




Cahit Sıtkı Tarancı'yı elbette tanıyorsunuzdur, ne zaman doğduğunu,eserlerini hayatını ama ilginç yönlerini hiç düşündünüz mü?
İşte Cahit Sıtkı Tarancı'nın bilinmeyen yönleri:
Cahit Sıtkı Tarancı'nın akrabaları Pirinççioğlu soyadını aldığı halde peki onun soyadı neden Tarancı'dır?
Çünkü Cahit Sıtkı Tarancı'nın babası Bekir Sıtkı Bey soyadı kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğradığı için bu duruma kızarak çiftçi anlamına gelen Tarancı soyadını almıştır.
Cahit Sıtkı Tarancı beğenilmediğini düşünüp hep bir eksiklik duygusuyla yaşardı. Ne ilginç değil mi şimdilerde herkes ona hayran ama o kendisini beğenmiyormuş.
Çirkin olduğunu düşünerek içine kapanmıştı. Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirlerinin yalnızlık, karamsarlık ve ölüm kokması bu yüzdendi.
Cahit Sıtkı Tarancı Galatasaray lisesinde okuduğu yıllarda kendini çok yalnız hissederdi. Herkese mektup gelip ona gelmediğinde çok üzüldüğü için kendi kendine mektup yazar postaya verir ve sonra da mektup almış gibi sevinirdi.
Cahit Sıtkı Tarancı ufacık, tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani ayağına bir top çarpsa ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya onlardanmış Cahit Sıtkı Tarancı.
Orhan Veli'nin şiirlerini çok severdi. Yatalak olduğu günlerde de kendisini ziyaret eden dostlarına hep Orhan Veli'den şiirler okuturdu.
Yaş otuz beş yolun yarısı eder derdi ama kendi ifadesi ile yolun ikinci yarısını tamamlayama-dan 12 Ekim 1956'da 46 yaşında Viyana'da vefat etti.
Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak,yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
                                                                                                    PERİHAN ÇELİK
                                                                                                    KÜTAHYA SBL

8 Aralık 2018 Cumartesi

BİR GARİP ORHAN VELİ




Orhan Veli Kanık… Aslında hepimiz onu şiirleriyle tanıyoruz. Futbolu çok sevdiğini, fanatik Galatasaraylı olduğunu ve çift çift sarı-kırmızı çoraplarının olduğunu biliyor muydunuz?

Orhan Veli edebi karakterinin yanı sıra tiyatroya da çok meraklıydı. Çocukken Beykoz'daki evinin bahçesine sahne kurar, arkadaşlarıyla birlikte komşularına Molier’in oyunlarını oynardı. Kız kardeşinin arkadaşları geldiğinde de Karagöz-Hacivat oynardı. Bunun yanında balık tutmaya ve uçurtmalara karşı da büyük bir merakı vardı.

Orhan Veli şakacı ve neşeli biriydi. Kız kardeşi Fürüzan’a “fırfırım” diye hitap ederdi. Arkadaşları Orhan Veli'ye “Orfan” derledi, o ise takma isim olarak “Mehmet Ali Sel”i kullanır, atmaya kıyamadığı şiirlerini bu isimle yayınlardı.
Çapkındı, cebinden diş fırçasına sarılı olarak çıkan son şiirini Nahid Hanım'a yazdığı söylenir.

Çocukluğundan beri peşini hastalıklar bırakmadı ve birçok tehlike atlattı. Mesela beş yaşında yanma tehlikesi geçirdi ve uzun süre tedavi gördü. Dokuz yaşında kızamık, on yedi yaşında kızıl hastalığına tutuldu.
1939 yılında Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday oldukça ciddi bir kaza geçirdiler. Hatta Orhan Veli kazadan sonra yirmi gün komada kaldı. Kazanın sebebi de, Melih Cevdet’in kullandığı otomobilin Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanmasıydı.

Orhan Veli bir haftalığına gittiği Ankara'da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından yaralandı. Dört gün sonra da bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi. Beyninde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktorlar tarafından anlaşılamadı ve alkol teşhisiyle tedavi uygulandı. Beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşıldı. Aynı akşam saat sekizde komaya giren şair, saat 23.20’de hayata gözlerini yumdu.

Otuz altı yaşında, henüz çok gençken bizlere veda eden Orhan Veli'nin, altmış iki yıl sonra kendi sesinden tel tekniğiyle kaydettiği yirmi iki şiirini Yapı Kredi yayınları “ Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti” adıyla kitap ve CD şekilde yayınladı.


                                                                                                       EMİNE SENA ÖNER

SOYADINI KAYBEDEN ŞAİR - CEMAL SÜREYA



CANIMLA BESLİYORUM ŞU HÜZÜN KUŞLARINI
    
         Türk şiirinde devrim yaratan bir üslubun bir anlayışın sembolü idi Cemal Süreya.               Cemal Süreya olarak tanıdığımız asıl adı Cemalettin Seber olan şairimizin çocukluğunun iyi geçtiğini söylemek sözcüklere ağır gelir adeta.                                                                         
                  Umut belki de gelecek sayfadadır. Kapatma kitabı ‘ demesiydi onu, onun şiirlerini günümüze getiren sebep…                                                                                                              
                       Şairimizin yaşamının kolay geçmediğini dile getirmiştik. Küçük yaşta ailesi ile birlikte Dersim İsyanı sebebiyle sürgün edilmesi, memleketlerinden uzak kalması, sürgün edildikleri Bilecik’te annesini kaybetmesi, üvey anne (Esma’nın) gazabıyla tanışması, üvey annesinin Cemal’i zehirlemeye yeltenmesi üstüne yemeğine cam kırıkları atması. Bir insan için karşılaşılabilecek zor durumları yaşamış Cemal Süreya.                                                                                                  
   Umudu elden bırakmayan Cemal Süreya hakkında gelin etkileyici bir hayat hikayesi dinleyelim.                                                                                                                                                                   
       ‘Gizemli Cemal Süreya’ gizemli diyorum çünkü doğum tarihi tam belli olmayan şairimiz 1931 yılında doğmuştur.
      Kötü bir roman okuyamayan, on beş yirmi sayfa ilerledikten sonra elinden atan bir yazar. Buna karşılık şiirin her türlüsü çekici geliyor Cemal Süreya’ya. Çok roman okumuş hatta kötü romanlar okuyarak yetişmiştir. İyi bir roman Cemal Süreya için her şeydir. Goriot Babayı dört kez, Karamazof Kardeşleri beş kez, Savaş ve Barış’ı iki kez, Cemo’yu da üç kez okumuştur. Bir de şu var ki yalnız şiir üstüne düşünen bir yazar değil Cemal Süreya. Türler, türlerin ilişkileri, tarihsel dönemler de karşılıklı durumları Cemal Süreya’ya çekici gelen bir konu…
     İyi okur, iyi yazar, iyi şair peki başarılarını ve akademik kariyerinin dışında Cemal Süreya hakkında ne biliyoruz? Şairimizi başarıya ulaştıran kendisine aşk şiirleri yazdıran, duygusallığının ön plana çıkmasına sebep kılan perde arkasını da araştırmak gerekli öyle değil mi?

MONA ROSA (AŞKIN BIRAKTIĞI İZ)
      Cemal Süreya’nın soyadından bir harf kaybetmesinin nedeni tutkulandığı aşkı. Kaybettiği yalnızca ‘y’ harfi miydi? Cemal Süreya ‘y’ harfi ile birlikte aşkını da yitirmişti. Sezai Karakoç’la üniversite de aynı kıza Muazzez’e aşık olmaları sonucunda iddiaya girmeleri ve bir iddia sonunda soyadlarından bir harf eksiltmeleri üzerine girilen iddiadan Cemal Süreyya Cemal Süreya olarak geri dönüş yaptı. Amaçları birbirine fiziki zarar vermemek fakat yitip giden aşkın anısını üzerinde bırakmaktı ki bunu soyadından harf eksiltmeyle kalıcı olabileceğini düşünmüşlerdi. 

Muazzez Hanım’ın daha sonra ikilinin kendisi için iddiaya girdiklerini öğrenince okulunu yarıda bırakarak Sezai Karakoç’tan ayrılmıştır.

ŞAHSİYET RÖTARI
Cemal Süreya beş evliliğinin dışında da ilişkiler yaşamıştır. Tomris Uyar en dikkat çekenidir. Mektuplaşmaya başladıkların da Ülkü Tamer ile evlidir Tomris.
Tomris’in boşanıp Süreya ile birlikte yaşamaya başlamasının üç yıl ardından ayrılmışlardır. Bu ayrılıktan sonra ünlü şair Tomris’e yazdığı bütün mektupları yırtıp atmıştır. İkilinin dünyadan ayrıldıktan sonra yakınlarının anlattıklarına kulak kabartacak olursak Tomris’in evine iş çıkışı şıp diye damlayan Süreya Tomris’in biraz gez, dolaş, arkadaşlarınla konuş demesinin üzerine Süreya eve geç gelmeye başlar. Fakat Tomris’in pencereden örtü silkmesi ve apartman girişinde oturan Süreya’yı görmesi ile gerçek ortaya çıkar. Tomris’in hoşuna gitmiş olacak ki bu duruma ‘Şahsiyet Rötarı’  demiştir.
Geleceği daha önceden hissedebilen bir şairdir de diyebiliriz. Sizin hiç babanız öldü mü? Adlı şiirini babasının ölümü üzerine yazdığını düşünenler vardır. Cemal Süreya’nın ilk şiirlerindendir Babasının ölümünden dört yıl önce yazmıştır şiirini.                                                         
            Kars’ı da Kars’ı görmeden Paris’te yazmıştır. İşin tuhafı yurda döndüğünde teftiş göreviyle gönderildiği yer Kars olmuştur.
       Oğlu için hayırsız lafını kullanmak ne kadar doğru bilmiyorum fakat kendisinin aşırı kilolu ve huysuzluklarıyla hem babasının hem ailesinin huzurunu bozmuştur. Zuhal Hanım ve oğlu Memo Emrah’ın yanına taşınması ile son raddeye gelmiş ve ünlü şair kendisini alkole vermiştir.
Kendisinin yine alkol tüketirken yığılması sebebi ile hastaneye götürülmesi sonucunda şeker düşsün diye insülin yapmaları ve insülinin kalp yetmezliğine sebebiyet vermesi nedeniyle hayata gözlerini yummuştur.
                                                                                            RABİA SOYLU

5 Aralık 2018 Çarşamba

KALEMİNDEN DÜŞEN SATIRLARA AKÇE AKÇE ALTIN ÖDENEN, PADİŞAHIN GÖZDESİ; ŞEMSETTTİN SAMİ



Onu Saray’da göreve başlatacak kadar güçlü ve Ender kılan şey neydi veya adından söz ettiren özelliği omu nerelere getirdi? Ya da sormamız gereken soru şu galiba o bize, bugüne, Türk milletine neler getirdi ?
Öncelikle ailesinden, soyundan bahsetmeliyiz galiba. Çünkü Şemsettin Sami’yi de bir adım öne çıkaran özelliği Arnavutluk’un en soylu ailelerinden birbirinin oğlu olmasıdır. Sorulu olması onu derece farklı kılar dediğinizi duyar gibiyim. O dönemin özelliklerine ve ailenin de gücüne bakacak olursak evet kendisi çok farklı ve adından söz ettirecek kadar önemli bir kişilikti. O dönemler Fraşeriler’in oyu alınmadan hiçbir şey yapılmadığından ötürü padişah ile de münasebeti hayli derindi. Arnavutlar’ın imparatorlukta kalmasını ve Balkanlar’da güçlü bir Arnavutluk vilayetinin kurulmasını istiyordu. Üst kimlik olarak da Arnavutlar’ın Osmanlı vatandaşı olduğunu öne sürüyordu. Bu isteklerinden önce de bir takım işlerde bulundu. Hatta yaptığı eylemler onu sürgüne bile sürükledi. İstanbul’da kendi namına gazete çıkardı. Sabah Gazetesi...
Gazete çıkarmasındaki cesaret belki de medrese eğitiminden sonra matbuat kalemine girmesinden geliyordur. 8 dik bildiğini aklımızın bir köşesinde bulundurursak gazete çıkarmasına güç katacak birçok özellik aslında Şemsettin Sami’de bulunuyordu. Fakat gazetesinde yer verdiği yazılar yüzünden hem gazetesi kapandı hem de kendisi Trablusgarp’a sürgüne gönderildi. Ne mutlu ki bağışlandık ve İstabul’a geri döndü. Ne mutlu ki diyorum çünkü İstanbul’a geldiği zaman sarayda teftişi askeri komisyonuna Kâtip olarak atandı. Öyle işler yaptı, öyle sevildi ki hayatının sonuna kadar görevde tutuldu. Belki de Türk edebiyatına kazandıracağı en önemli eserlerini Sarayda yazmıştı. Hatta birini, belki de hiç duymadığınız birini söyleyeyim. “Kamus-ı Türki. Türk sözcüğünün geçtiği ilk sözlük. Her satırına akçe akçe altın ödenen sözlük...

                                                                                                    DİLAN BOY